Köşe Yazılarım

1- Bisküvi Kokusu 24 Kasım Öğretmenler Günü geride kaldı, bir şeyler yazmak istemiştim, şimdi yazabildim. Almanya’da geçti benim öğrenciliğimin ilk yılları. Dördüncü sınıfı orada bitirdim. Öğretmen deyince, okul deyince aklıma o yıllarım gelir ilk. Güzel anılardı. İlkokuldaki ilk öğretmenim, nasıl tatlı bir kadındı. Bayan Thiel. İskoç etek giyerdi, üstüne beyaz gömlek ve kırmızı süveter. Gözümün önüne öyle gelir yıllar sonra bile… Kırmızı bir vosvos arabası vardı, eve dönüş yolumuz aynıydı; serviste falan sorun çıkmıştı birkaç defa, bizi evimize bıraktığını hatırlarım. Kırmızı vosvosun içinde renkli tenekeden bir bisküvi kutusu olurdu hep, içinde mis kokulu, lezzetli bisküviler… Öğretmen deyince, okul deyince aklıma o bisküvi kokusu gelir hep. Sıcak, tatlı anılar, huzur ve güven hissi veren anılar… Anılar ve kokular… O yıllarda “büyüyünce ne olacaksın” diye soranlara “ ilkokul öğretmeni” derdim. Sonra değişti fikrim… Türkiye’ye kesin dönüş yaptık, beşinci sınıfa burada başladım. Yeni öğretmenim Sultan Öğretmen'di. Okulun ilk günleri her şey tuhaf geldi bana, ben de sınıfımdakilere… Yazı yazmaya başladık, sıra arkadaşım baktı ve sordu “bu ne” diye. “Dolmakalem” dedim. “Ne yapacaksın onunla” dedi. “Yazı yazacağım” dedim. O sırada öğretmenimiz geldi. “Kurşun kalemle yazacaksın” dedi. “Peki.” Kurşun kalemi aldım elime, bu sefer de, şöyle bir diyalog yaşandı. “Bu ne yazısı çocuğum?” “El yazısı öğretmenim”. “Biz böyle yazmıyoruz, bak aynen böyle, kitap harfleriyle yazacaksın.” “Tamam, öğretmenim.” Sorunlar bitmedi, bir gün yine yazı yazarken öğretmen yanıma geldi, elime vurdu, “bir haftadır hala yazını düzeltemedin” diye söylenerek. Ağladım ben de... Bir sonraki ders “Güzel Yazı Dersi”. Bu sefer, “bu ne?” deme sırası bendeydi. “Bu ne?” “Bu divit, bu mürekkep hokkası, bu da mürekkep. Dersimiz “Güzel Yazı”, el yazısı yazacağız.” Bir önceki derste, el yazısıyla yazdığım için elime vuran öğretmen, şimdiki derste bu acayip alet edevatla el yazısı yazmamı istiyordu. Kafam karışmıştı… O gün bugündür kafam karışık, eğitim sistemimiz sayesinde… 2- Atam, İzindeyiz 10 Kasımlar’ın anlamını ve önemini öğrenerek, hüznünü yaşayarak yetişmiş biri olarak, bu konuda, okuldan da önce, bizlere vatan sevgisini, Atatürk sevgisini en sıcak ve en coşkulu şekilde aşılayan sevgili anneme birkez daha teşekkür ediyorum. Nurlar içinde yat sevgili annem, yüreği ışıklı, ruhu coşkulu, sevgi dolu Cumhuriyet Kadını, Atatürk Türkiyesi Kadını… Bugün, birçok 10 Kasım konuşması dinleyeceğiz, 10 Kasım yazısı okuyacağız. Bizler de, sosyal medya sağolsun, duygularımızı ifade eden sözler yazıp paylaşacağız gün boyunca… Ben, geçmiş yazılarımdan birinde yer alan şu kısmı tekrar paylaşmak istiyorum bugün. İZİNDEYİZ Türkiye’de yaşadığım ilk 10 Kasım’ı hatırlarım hep. Okul bahçesinde tören için toplanmıştık. Şiirler okunuyor, konuşmalar yapılıyordu. Hepimizin yakalarına, üzerinde Atatürk fotoğrafı olan küçük kağıtlar iğnelenmişti. Kağıttaki Atatürk portresinin altında ise, “İzindeyiz” yazıyordu. Bu tuhaf gelmişti bana. “İzindeyiz yazıyor, ama izinde değiliz ki, bugün de okuldayız” diye geçirmiştim içimden. Almanya’dan Türkiye’ye gelmek izne gelmekti bizim için. İzin veya tatil, aynı şeydi… Birinin izinde olmak anlamıyla bilmiyordum bu kelimeyi. Sonradan öğrendim… Atatürk’ün izindeydik, evet. Ama şimdi milletçe izindeyiz. Aklımızı, mantığımızı aldık izne çıktık; uyuyoruz derin derin… Bu iznin ya da bu uykunun sonu, hayır olur inşallah… Türk milletinin asla unutmadığı, unutmayacağı, daima minnettar kalacağı Mustafa Kemal Atatürk, nurlar içinde yat… 10 Kasım 2012 3- Nerede O Eski Bayramlar "Bugüüün bayraaammmm, erken kalkın çocuklar. Elimizde taze kır çiçekleri. Üzmeyelim bugün annemizi…" Üzmeyeceğim bir annem yok, şarkıdaki kır çiçeklerini de, ancak getirip kabrine bırakabiliyorum anneciğimin… Bayramla ilgili sohbetlerde hep ne denir? Nerede o eski bayramlar...Her yaştan insan bunu der…70li yaşlarını sürenler, 50’sini devirenler. Otuzunun sonundakiler… Büyüklerimiz anlatırdı çocukluklarındaki, gençliklerindeki bayramları. Değişik gelirdi bize. Çocuklara mendillerin içinde verilen lokumlar, delikli paralar. Biz mendil içindeki lokumlara yetişemedik pek, mahallelere gelen seyyar salıncakları, atlıkarıncaları bilir benim yaş grubumdakiler, ben çocukluğum yurt dışında geçtiği için, zamanında rastlamadım bunlara. Şimdi yine canlandı bildiğim kadarıyla, parklarda falan var bu tür nostaljik eğlenceler. Ayakkabıyı yastık altına koymalar, durup durup yeni bayramlığı sevmeler. Günlerce yapılan mis gibi temizlikler, pişirilen bayram yemekleri, açılan börekler, baklavalar...Ne güzel, ne güzelmiş,... Çok daha eskiler kadar iç içe ve sıcak yaşanamasa da, bizim çocukluğumuzun bayramları da güzeldi yine de. Yurt dışındakiler memlekete gelirlerdi belki tatile, ülke içi gurbette yaşayanlar da köylerine kasabalarına giderlerdi bayramlaşmaya; onun dışında bayramda tatile çıkma, evden uzaklaşma gibi bir alışkanlık yerleşmemişti henüz. İyiydik yani hala. Sonra ne oldu, sadece evin babası değil, annesi de çalışır hale gelince, yoruldu herkes, evde bayram temizliği, baklava ve zeytinyağlı sarma yapmak yerine, azıcık dinlenmeyi seçti evin kadını da; sonuç olarak, ver elini tatil, seyahat. Bayram, şehirden, günlük rutinden uzaklaşmak, birazcık başını dinlemek anlamını aldı zamanla. Günümüzde durum daha beter. En azından telefonla arıyorduk birbirimizi bayramda. Şimdi daha da kolaya kaçtık, mesajlaşarak bayramlaşıyoruz… Konu komşu toplanıp tepsilerce baklava yapılmıyor artık. Ailece kocaman bayram kahvaltıları da çok çok azaldı. Artık kenarı işlemeli mendil içinde lokum verilmiyor çocuklara. Büyüklerin ellerini de öpmüyor pek gençler. Mesaj atıyorlar, “ İi byrmlr dede, anane” diye.Kısa, mümkün olduğunca kısa; kısa ve basit. Değerler kimin umurunda? Sevgiyi göstermek, saygıyı göstermek kaçımızın derdi hala?.. Neredeee o eski bayramlar… Bilmem, nerede? Herşeye rağmen, kaybedilen, azalan, değişen herşeye rağmen, hayrılı bayramlar, mutlu, güzel bayramlaşmalar hepimize... Sevgiyle... 4- Çocuk Yanım, Seni Seviyorum “Teyze bu ne?” “Onun adı ben, canım”. “Hayır o sen değilsin, o annemmiş!” Neee??? 5 buçuk yaşındaki yeğenimle diyaloğumuz şöyle devam etti,” annem öyle dedi, o annemmiş.” Bunu derken, kolundaki bir beni gösteriyordu bana :) Ne bilsin çocuk, cildimizdeki bazı minik lekelerin ben diye adlandırıldığını… Çocuklarla vakit geçirmek ne kadar güzel bir şey. Hep çocuk kalabilseydik, ya da onlar hep çocuk kalsalar. “Kandırdım seni, 1 Nisan!” Ama o anda, aylardan Temmuzdur veya Eylüldür. Çocuklarınsa, bütün sene 1 Nisan şakası yapabilme özgürlüğü vardır. Ben küçükken, ağaçtan kopardığım yaprakların içine toprak koyup yaprak sarma yapardım; yeğenim dün elişi kağıdından yaptığı sigara böreklerini gösteriyordu bana… Çocuk kalmak mümkün değil de, içimizdeki çocuğu niye böyle boynu bükük bırakıyoruz bu acımaz dünyada? Niye hayatın sert ve acı gerçekleri karşısında yapayalnız bırakıyoruz onu? Niye onunla birlikte deli deli kahkahalar atmıyoruz, niye koca bir dondurmayı ağzımıza burnumuza bulaştırarak, çenemizden akıtarak yemiyoruz, niye yağmur altında özgürce koşup üstümüzü başımızı çamurlamıyoruz? İçimizdeki çocuğu şımartmak; yaşama sevincimizi tazelemek demek, hayatın zor şartlarına, dayanması güç bazı gerçeklere katlanma gücümüzü arttırmak demek aslında. Bunu bilirsek, bunu bilerek çocuk yanımızı sevindirirsek biraz, o da bize yaşama sevinci getirir kucak kucak. Daha kolay olur böylece acılara katlanmak, kötülükler karşısında yılmamak… Haydi, içimizdeki çocuğun elinden tutup gidelim bugün, o ne istiyorsa onu yapalım… Uçurtma yaaa, uçurtmaaaa!.. Selen Genç 5- ilk Kahramanlarımız, Meleklerimiz: Annelerimiz Bir okul arkadaşım annesini kaybetti. Başı sağolsun… Kendi kaybımdan dolayı, tahmin edebiliyorum, şimdi onun neler hissettiğini… Anneyi kaybetmek, başka hiçbir kayba benzemiyor. Sana kendi bedeninden hayat veren, artık bu dünyada değil; yok, olmayacak bir daha. Yüreğinin kanadığını hissediyorsun; kocaman bir el gelmiş, yüreğinin yarısını söküp almış. Öylece kalakalmışsın. Gerçek mi bu? Hayatta sana en yakın olabilmiş, seni içinde taşımış olan insan şimdi yok; bir daha onu görmeyeceksin, sesini duymayacaksın, “ilk o bilsin” dediğin hiçbirşeyi ona anlatamayacaksın. İlk arkadaşın, ilk sırdaşın, hayatta nazını en çok çekmiş insan yok artık. Babalar denir ama, çocukların ilk kahramanı annelerdir aslında. Her şeyi bilen, her şeye yetişen, her acıyı dindiren. Annen gitmiştir, hayatının ilk ve gerçek kahramanı yoktur bundan sonra. Kimsenin koca bebeği değilsindir artık. Saf, katıksız şefkat, bir daha girmemek üzere şimdi çıkmıştır hayatından. Çünkü seni kimse, annen kadar yürekten, kandan, candan ve “her şeye rağmen” sevemez. Annenden başka kimsenin yüreği senin acınla paralanmaz. Ve sen bunu ancak, anneni kaybettikten sonra anlarsın… Hayattaki bütün annelere ve hayatlarımızdan çıkıp gerçek birer melek olan annelerimize… İyi ki varsınız, iyi ki hayatımızda oldunuz. İyi ki, bizi dünyaya getirdiniz. Ve iyi ki, bizler sizlerin çocuklarınızız, çocuklarınız olduk. Ömrünüz uzun ve mutlu olsun. Nurlar içinde, huzurlar içinde yatın… Sizi çok seviyoruz… 6- Elde Değil, Gönülde “Söğütler boyun eğende, sene men yarim deyende. Sanaram dünya menimdir, gözüme gözün deyende…” Senin varlığın birine başka şarkılar söyletirken, sen başka biri için şarkılar dinlersin. Hayat bu, hayat böyle. Elde değil ki. Elde değil, gönülde… İyi ki de gönülde. Gönlünü eline alıp çekip çevirebilenlerden olmaktansa, gönlünün sözünü dinleyenlerden olmak lazım bana göre… Gönlünün sözünü dinleyince ne mi oluyor? İnsan ilişkilerini savaş gibi görmeyip, yenme yenilme psikozu yaşamadan, zırhlar, kalkanlar kuşanmadan, dalıyorsan her seferinde olaya, her türlü insan ilişkisinde yara almaya müsait durumda oluyorsun. Çünkü mevziler, sığınaklar, cepheler, cephaneler yok senin için, savaş stratejileri, muharebe planları yok, maskeler yok. En doğal halinle, yüreğin dilinde, yüreğin gözünün bebeğinde, karşısındasın onun, onların, herkesin… Sonuç mu? Sonuç şu; kırıklar çıkıklar, yaralar bereler içinde, ama kendinle barışık yaşıyorsun, seviyorsun, seviliyorsun, sevilmiyorsun… Yaşıyorsun, yaşıyor taklidi yapmadan, gerçekten yaşıyorsun. Koşup oynarken, ara ara düşerek kanattığı dizlerinin acısını hissetmeden oyuna devam eden bir çocuğun coşkusuyla yaşıyorsun hayatı. Ve, ne de güzel yapıyorsun, biliyor musun? “Acının, yaranın berenin neresi güzel?” diyebilirsiniz. Onlar, yaşarken, severken edindiğin tecrübelerdir, dolu dolu yaşadığının, her şeyi derinlemesine hissettiğinin kanıtıdır ve çok değerlidir. Zırhların, duvarların, maskelerin koruyucu özelliği vardır ama; yüreğinle kimsenin yüreğine dokunmadıktan, yüreğini hiçbir yüreğe açmadıktan, acısıyla tatlısıyla duygularını yaşayamadıktan sonra, ne anlamı var ki bu kadar güvenliğin? Sen, hayattan ve insanlardan böylesine uzak durarak kendini yeterince incitiyorsun zaten… Hadi hep birlikte; “Söğütler boyun eğende, sene men yarim deyende. Sanaram dünya menimdir, gözüme gözün deyende… Seni men yaman sevirem, yürekten candan sevirem Mene gel eyle vefa yar, aşıge etme cefa yar…” Not: Arama motorlarında “Söğütler Başın Eğende” veya ”Seni, Men Yaman Sevirem” adıyla bulabilirsiniz bu güzel Azeri şarkıyı…. 7- Şartlı Sevgiler Geçen gün, sitenin bahçesindeki yavru kediye süt veriyordum küçük bir kabın içinde. Yanımdaki yeğenim,”biliyor musun Selen Teyze, biz artık kapıdaki kedilere süt vermiyoruz,”dedi. “Niye” diye sordum. “Çünkü balkona atlıyorlar, biz de bir şey vermeyeceğiz onlara artık”. “Olur mu Nisacım, hani seviyordunuz siz de kedileri?” diye itiraz ettim. “Ama balkonumuza atlıyorlar, artık sevmiyoruz onları”, dedi. Aferin bize, beş yaşındaki çocuğa da ne güzel öğretmişiz şartlı sevgiyi! Herşeyde olduğu gibi, sevgilerde de şartımız, şurtumuz var. “Beni memnun ettiğin sürece ya da beni rahatsız edene kadar sevebilirim seni “, diyoruz. Hani, “özgürlüğümüz, başkasının özgürlüğünün başladığı yerde biter” ya, sevgimiz de, rahatımızın kaçtığı yerde bitiyor. Her tür sevgide koyuyoruz şartlarımızı masaya. Veya masanın altındaki şartlarımızı karşımızdakinin suratına dayayıveriyoruz hemencecik. Şartlı şurtlu sevgiler yaşıyoruz, yaşatıyoruz. “Bana iyi gelirsen, istediğimi yaparsan, seni severim”, diyoruz müstakbel sevgiliye, eşe. Akıllı, uslu, sözümüzü dinleyen, bizi gururlandıran bir evlat olursa ancak, sevgimize layık olabileceğini öğretiyoruz çocuğumuza. Ee, çocuğumuz da, bizim öğrencimiz olduğundan, her istediğini alırsak, taviz ardına taviz verirsek bizi seveceğini gösteriyor bize. Boş vaktimizi hoş geçirtmezse, bize kendimizi üstün ve değerli hissettirmezse, araya mesafe koyuyoruz arkadaşlarımızla. Evimizin önündeki kediye bile, balkonumuza atlayıp canımızı sıkmadığı sürece merhamet edip süt veriyoruz. Oysa, bu mudur sevgi? Bu kadar bencilliği kaldırır mı? Bencilliği bu kadar benimsemiş olarak yaşamaya devam ettikçe, yalnızlıktan, mutsuzluktan ve hayatın boşa akıp gittiğinden şikayet etmeye hakkımız var mı? 8- ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız Kutlu Olsun! ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız kutlu olsun. 93 yıl önce bugün, Atatürk ve yanındaki diğer vatanseverler Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlatmışlardır. Bugün ise, bizlere bu gerçek unutturulmak isteniyor. Atatürkçü düşünce, milli kurtuluş ruhu, cesur ve vatansever gençliğe olan inancımız yok edilmek isteniyor. Dinimiz ile Atatürkçü düşüncenin, milli değerlerin birbirinin karşıtı olduğu yalanı beyinlere kazınıyor. Dinimiz siyasete alet ediliyor. Ya dini ve ahlaki değerler ya laiklik-çağdaşlık-Atatürkçü düşünceyi seçeceksiniz, ikisi bir arada olmaz deniyor. Oysa ki, bu koskoca bir yalan. Hem dininin gereklerini gönlünce yerine getirirsin, hem de laik, çağdaş ve Atatürkçü bir çizgide sürdürürsün yaşamını. Ama bu gerçek, belli bir kesimin işine gelmiyor; “ya dindar ya Atatürkçü ve laik olacaksın” denerek insanlar Atatürkçülükten, laiklikten soğutulmaya çalışılıyor. Bunun için çeşitli adımlar atılıyor. Bunlardan biri de milli bilincimizi yok etme yolunda verilen uğraşlar. Bu yolda yapılacak önemli şeylerden biri de bayramlarımızı yok etmek. Milli bayramlarımızın coşkulu bir şekilde resmi törenlerle kutlanması yerine işin tamamen eğlenceye çevrilmeye çalışılmasının nedeni budur, stadyumlar yerine alışveriş merkezlerinin kutlama adresi olarak gösterilmesinin nedeni budur. Şu anda, çoğunluğun bundan memnun olduğu gibi bir görüntü var. Ama benim, milletimize inancım tam. Türk milleti, gerçek vatan sevgisi ve güçlü sağduyusuyla, bu tehlikeli yanılgıdan dönecektir. ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız kutlu olsun! Nice güzel bayramlara… 9- ‘AŞK’ı Aramak Gece vakti elde fener, bahçede “Aşk''ı aramak... Tuhaf bir giriş mi oldu? Birkaç yıl önce izlediğim bir dizideki bir sahneyi hatırlamak bana bunları yazdırdı. Dizinin adı ‘Yenibaştan’. Kadın ve erkek, yıllar sonra tekrar karşılaşıyorlar; belli ki, bir zamanlar aralarında bir şeyler varmış ya da olacakmış da olamamış. İkisinin tedirginliğinden anlıyoruz bunu. Gergin bir şekilde salonda baş başa otururken, biraz sonra, gece vakti, elde fener, bahçede Aşk''ı aramaya başlıyorlar. Aşk, yani komşunun kedisi... Bu sahne bana, o meşhur şiiri ve şarkıyı hatırlattı. “Dizlerimde derman, kandilimde yağ bitti, bulamadım gitti” diyordu... Adı aşk olan bir kedi… Şefkat bardaki sarışının adıysa çoktandır, aşk da komşunun kedisi olabilir pekala... Bulamadık gitti, ne aşkı, ne şefkati, ne de kediyi. Şefkat kimdi, neydi, konumuzla ilgisi var mıydı??? Aşk diyorduk aşk, yani kedi, komşunun kedisi. Kaybolmuş da, onu arıyoruz… Aşkı arıyoruz dedik, ama bulmasak daha iyi. Bulup da ne yapacağız. Halimiz mi var, aşkla uğraşmaya, ya vaktimiz? İş, güç, koşturmaca arasında böylesine derin ve kavrayıcı bir duygunun pençesine kendimizi bırakmanın ne gereği var. Paranın, gücün ve ego tatmini için gereken daha bir sürü şeyin peşine düşmek varken, aşka düşmek de neyin nesi… Fiziksel yakınlıktan ibaret, yüzeysel, ilişkilere aşk etiketi yapıştırırız, olur biter. Hatta onu bile yapmamıza gerek yok artık. “Aşk istemiyorum, bağlılık istemiyorum” deriz, kalpsizliğimizi dürüstlük diye yutturmaya çalışırız birbirimize, ya da karşılıklı olarak yutmuş gibi yaparız… Para önemli; kazanmak, daha çok kazanmak için kendimizi paralarız. Gece gündüz çalışabiliriz para için, daha lüks bir hayat için. Lüks evler, kıskandıracak otomobiller, Lcd’ler, iphone’lar, laptoplar, tabletler, şunlar, bunlar herkesin rüyalarını süsler. Ne yapar ne eder, hep daha fazlasını alırız, alırız, gösteririz, kıskandırırız, mutlu olduk sanırız. Gücümüz yettiğince pahalı mobilya ve aletlerle dolu evimizde oturup kaliteli müzik sistemlerinden güzel müzikler dinleriz. Yüreğimizin sesini ise dinlemeyi çoktan unutmuşuzdur. Ya da, onun bize söyleyecek bir şeyi kalmamıştır artık… Ne diyorduk, “aşk, komşunun kedisi, kaybolmuş, onu arıyoruz.” “Bulan olursa, insaniyet namına gözü gibi baksın, pamuklara sarıp saklasın. Soyu tükenmek üzere.” (Bu yazıyı okuduktan sonra, Google’a ‘Kandil-Zeki Müren’ diye yazıp bulduğunuz şarkıyı dinlemeniz tavsiye edilir…) 10- Teknoloji, Ben Sana Hükmederim! Düğmene Basmazsam Sen Yoksun! Yatılı misafirlerimizin çoğu, gece televizyonun karşısında uyuyorlar. Ne kadar çok insan televizyonun ışığı ve hafif sesi olmadan uyuyamıyor. Şaşıyorum buna. Ben sessizliği dinleyerek, karanlığı seyrederek uykuya geçebiliyorum. Odam karanlık olacak, mümkünse hiçbir yerden ışık sızmayacak, sessizlik hakim olacak. Asla televizyon karşısında uyuyamam, kanepede, koltukta şekerleme yapmayı hiç sevmem. Odamda elektrikli aletlerin fişleri de çekili olacak, ben uyuyacağım zaman. Cep telefonum kapalı olmalı, acil bir şey olursa ulaşması gerekenler ev telefonumdan da ulaşabilirler. Uyku uyku gibi olmalı, uyumam için beni oyalayacak hiçbirşeye ihtiyacım yok. Teknolojiye ertesi sabaha kadar veda etmeliyim güzel bir uyku için… Ben teknolojiyle arama bir sınır koymayı tercih ediyorum herzaman. Teknoloji iyidir, hayatımızı kolaylaştırıyor, iletişimi kolaylaştırıyor, bunlar doğru. Ama kolaylaştırdığı sanal iletişim. Yüzyüze iletişimi ikinci plana attırdı teknoloji. Öyle insanlar var ki, hiçbir arkadaşıyla başbaşa oturup bir çay içmeden ayları, yılları geçirebiliyor. Ona sorsan, çok sosyal bir insan, geniş bir arkadaş çevresi var. Oysa ki, tamamen sanal bir sosyallik onunki. Çoğumuz yapıyoruz bunu, arkadaşların doğum gününü facebooktan kutluyoruz, birinin yakını vefat ettiyse taziye görevini de oradan yerine getiriyoruz, işten ayrıldıysak Twitter’a “off çok dertliyim” diye yazıyoruz. Oradan aldığımız karşılıklarla bir iletişim sürdürüyoruz kendimizce. Ama bunların hiçbiri yüzyüze iletişimin yerini tutmuyor. O arkadaşımızın telefon numarası varsa bizde, facebooktan yazmak yerine, telefonda kutlamalıyız, doğum gününü, taziye dileklerimizi de canlı canlı iletmeliyiz mümkünse. Dertliysek, bir arkadaşımızı arayıp, “hadi gel akşam buluşup iki laf edelim” diyebilmeliyiz. Ben böyle yapmaya çalışıyorum çoğunlukla. Ama aldığım karşılık, ne yazık ki çoğunlukla, beklediğim karşılık olmuyor. Bir sorunuyla ilgilenip “hadi buluşalım dediğim bir arkadaş, buluşma günü aradığımda “tüh, unuttum ben seni” diyebiliyor, arayıp doğum gününü canlı canlı kutladığım başka birisi, benim doğum günümü tamamen unutabiliyor. Olsun, denemeye devam! Ne yapalım yani, kimisi sosyalliğini sadece internet ortamından yürütüyor diye, “canlı canlı sosyallik-yüz yüze iletişim” sloganımızı çöpe mi atalım? Asla! Allah aşkına, bir arkadaşla karşılıklı oturup kahve içmenin, beraberce iki lafın belini kırmanın keyfi ile eş tutulabilir mi, sanal ortamdaki “slm, nbr?” sohbetleri! Cep mesajlarının sonundaki “kib” kısaltmasının anlamını birkaç yılda ancak çözebilmiş biri olarak(!) hiç zevk almıyorum internette sohbet etmekten. Yüz yüze, göz göze olmadan, canlı canlı jestler mimikler havada uçmadan, uzun süredir görmediğin bir arkadaşınla sesin kısılana kadar, birbirinin sözünü kese kese, heyecanla konuşmadan, tadı çıkar mı bir sohbetin? Çıkmaz! Sosyal ilişkileri teknoloji üzerinden yürütmek, daha kolaydır; yorulmazsın, daralmazsın. Bir arkadaşınla mı laflıyorsun internet üzerinden, sohbet sıktığı anda, “canım, benim çıkmam lazım, görüşürüz” deyip uzaklaşmak sadece yarım dakikanı alır. Oysa, o arkadaşla yüz yüzeyken aynı şeyi bu kadar kolay yapabilir misin? Kolaydır, sıkıntısızdır, ama insan sıcaklığını asla veremez sanal sohbetler, muhabbetler… Evet, teknoloji iyidir, ama esiri olmadan, hayatını kolaylaştırmak için kullanıyorsan onu, iyidir. Ve bu tercih de senindir tamamen. Herkes, kendi yaşam şartlarına göre bir formül üretebilir, teknolojiyi dozunda kullanarak hayatını kolaylaştırmak ve güzelleştirmek için. Benim formülümde mesela, interneti yanımda, cebimde taşımamak gibi bir kural da var. Blackberryler, iphonelar,vs. benim hayatımda yok. İnternete bilgisayardan gireyim, fotoğrafı fotoğraf makinemle çekeyim. Cep telefonu sayesinde herkesin, her an bana ulaşabilmesi bile yeteri kadar can sıkıcıyken, bir de facebookta yazılanlara cevap verme veya mail okuma gibi şeylere katlanamam. Telefonumu, konuşmak dışında, bir de radyo dinlemek için kullanıyorum ben, bir de saat olarak… Lafı uzattım, aslında söylemek istediğim tam olarak şu; insanoğlu, kendi eseri olan teknolojinin esiri olmadan, eserinin keyfini çıkarmalı, etinden sütünden, yününden faydalanmalı! Teknoloji huzurumuzu kaçırmamalı, aksine huzurumuza huzur katmalı. İletişimi sağlamalı teknoloji, iletişimsizliği körüklemek yerine. Tercih bizim; onu kullanmak da, kolaya kaçıp onun esiri olarak yaşamak da bizim elimizde… 11- Başka Dilde Sohbet Nasıl da sınırlar içinde yaşıyoruz, düşüncelerimiz, duygularımız kalıplaşmış durumda, isteklerimiz, arzularımız, o bitmek bilmez bencilliğimiz sınır tanımıyor. Metrobüsteyim, diş doktoruma gidiyorum, dişim ağrıyor, canım sıkkın, suratım asık. Bir koltuk boşaldı oturuyorum, yanımda onbir, oniki yaşlarında bir erkek çocuğu oturuyor. Küçük kardeşi ve babası da karşımızdaki koltuklardalar. İki kardeş sohbet etmeye başlıyor, ama işaret diliyle! Yan tarafta oturan adam, çocukların babasıyla konuşmaya başlıyor. "Kaç yaşındalar, kaç kardeşler, diğer çocuklar konuşabiliyor mu?" gibi sorular soruyor. Babayla konuşmakla yetinmeyip iki kardeşle de işaretle konuşmaya başlayınca, şaşırıyorum. Bakışımı farkedip "benim de kayınbirader böyle" diyor, "oradan biliyorum". Neşeli bir sohbet başlıyor, arada biz anlamayanlara da tercüme ediliyor. Karnelerin kötülüğünden, ileride ne olmak istendiğine, dışarıda çocukların karşılaşabilecekleri tehlikelere kadar uzun ve canlı bir sohbet devam ediyor ben ineceğim durağa gelip metrobüsten indiğimde. Merdivenlerden çıkıp üst geçitten geçerken şunu düşünüyordum, şımarıklık bu yaptığım, dişim ağrıyor diye, içimi karartıyorum, bütün günümü mahvolmuş sayıyorum. Oysa, ne güzel gülen yüzler bıraktım az önce ardımda; onlarla ben de gülümsedim ağrıyan dişime aldırmadan. Nasıl da kesin yargılarla yaşıyoruz; sağlığımız mükemmel, cebimiz para dolu olacak, harika bir evde yaşayacağız, en lüks yerlere eğlenmeye gideceğiz, insanlar yaşantımıza özenecekler, ancak böyle olursa hayatta başarılı sayılırız. Bunlar olunca mutlu olacağımızı, huzurlu olacağımızı, tatmin olacağımızı zannederiz. Oysa fena halde yanılıyoruzdur. Hayata ışıldayan gözlerle bakmak ve sıcacık gülümseyebilmek, öyle bir sürü şarta şurta bağlı değildir. Ve zaman zaman, çıkıp da bize bunu söyleyecek birilerine, birşeylere, güzel tesadüflere ihtiyacımız vardır. O gülen yüzler, işaret diliyle, gülümseyerek ve coşkuyla sohbet ederken, bana bunu hatırlattılar. Evet, başka dilde bir sohbetti bu; hayatın, gerçeğin, umudun dili. Tıpkı ''Başka Dilde Aşk'' filmindeki gibi. Sessiz dünyaya mensup coşkulu, sevgi dolu Onur ile sevgisizlik, monotonluk ve gürültüden bıkmış Zeynep' in karşılaşıp aşık olarak birlikte umudu ve mutluluğu keşfetmelerinin hikayesi gibi… 12- Yürekler Yanıyor, Yanıyor Yine şehit verdik. Sekiz şehit bu kez de. Artık kanıksadık bunu, iki üç günde bir, birer şehit verince bu kadar dokunmuyor, sayı beşten fazla olunca öfkeyle ayağa kalkıyoruz. Facebookta hepimiz “terörü lanetliyoruz” yazılarını paylaşıyoruz. Terörü lanetliyoruz da, bu bir işe mi yarıyor? “Şehitler ölmez, vatan bölünmez” sloganı rahatlatıyor bizi bir nebze olsun. Vatan bölünmez inşallah, ama şehitler ölüyor. Geri geliyor mu analarının kuzuları, miniciklerin aslan babaları? 8 şehit, bir tane de başka bir ilde, etti 9. İsimler bile değil, sayılar telaffuz ediliyor. Onlar sayı değil. Can onlar, can. Hayatlarının en verimli çağında hayattan koparılanlar. Onların her biri, bir ananın gözünün nuru, uykusuz geceleri, dinmeyen yürek kıpırtısı, bir babanın eve getirdiği helal ekmeği, umudu, gururu… Anaların gözünün nurunu yürek yarasına, babaların umudunu dinmez acıya çeviren terör, biz lanetlesek de, lanetlemesek de devam ediyor… Onlarca yıldır iktidardakiler “bıçak kemiğe dayandı” diyorlar! Bıçak kemiği kesti geçti, görmüyorlar sanki… Er ya da geç bu iş bitecekmiş! Eri ya da geçi mi kaldı bu işin? Ne emeklerle büyütülüyor o evlatlar, bu işi yıllardır başaramayanlar da biliyor bunu. Biliyor ama görmezden geliyor. Kendi evladı güvendeyse, diğerinin evladından kime ne, değil mi?.. Herkes kendi yüreğinin yangınıyla kavrulur… Şehitlerimize Allah’tan rahmet diliyorum. Ailelerine sabır diliyorum. Ama demesi kolay, bunu da yürekten itiraf ediyorum… 13- Cumhuriyet Bayramı'mız Kutlu Olsun, Mutlu Olsun Bugün 29 Ekim; "Cumhuriyet Bayramı" bugün... Cumhuriyetimizin ilan edilişinin 89.Yıldönümü. Cumhuriyet Bayramı'nın sokakta kutlanması, kutlama için yürünmesi, anıtlara çelenk konması yasaklandı!?? Günler, günler öncesinden valiliklerce açıklama yapıldı, "29 Ekim'de yürüyüşe izin yok", diye. Nasıl bu hale gelindi? Bir ülkenin en büyük bayramını kutlamak nasıl genelgelerle yasaklanabilir, anlaşılır değil. Bir millete milli bayramını kutlamak için "izin verilmesi, verilmemesi" tartışması akıl alır birşey değil. "Provakasyon olabilir " diyorlar; şimdiye kadar olmayan birşey olacak diye düşünerek, halka, en güzel bayramı zehir edilmemeli. Güvenlik önlemleri artırılır, olur biter. Günlerden beri gerilim gerilim...Kutlama için Ankara'ya otobüslerle gitmeye çalışanlar durduruluyor, kimlik kontrolü, sorgusu yapılıyor. Bugün, halkın büyük bir kısmı kızgın, endişeli, üzgün. İnsanları böyle üzmeye, kızdırmaya, engellenmişlik duygusu içinde ajite etmeye kimsenin hakkı yok, olmamalı. Sadece cumhuriyet bayramı değil, bütün milli bayramlar unutturulmaya, yok edilmeye çalışılıyor. Çeşitli, çeşitli bahanelerle bayram kutlamaları kısıtlanıyor. Yok, 23 Nisan'da çocuklar üşüyormuş, yok, 19 Mayıs hazırlıkları yüzünden genç öğrenciler derslerinden geri kalıyorlarmış. Yıllardır yapılan bayram hazırlıkları ve kutlamaları yüzünden kaç tane çocuk zatüree oldu acaba, kaç genç sınıfta kaldı? Böyle bir istatistik mi var? Güldürmesinler Allah aşkına... İnanmadık, inanmıyoruz böyle bahanelere... Biz bütün bayramlarımızı sevgiyle, saygıyla, coşkuyla kutladık, kutlamaya da devam edeceğiz... Bugün 29 Ekim Cunhuriyet Bayramı. Cunhuriyetimizin 89. Yılı Kutlu Olsun... 14- Anneler Günü Yazısı Bugün anneler günü. Tüm annelerin günü kutlu olsun, mutlu olsun. Günlerdir, özellikle televizyon reklamları yarama tuz basıyor. “Benim annem, güzel annem. Annem, sen her şeye layıksın. Annem, sensiz olmaz” türünden sloganlar, 12 yıldır olduğu gibi bu yıl da, Mayıs ayının ilk iki haftası boyunca içimi dağlayıp durdu. Benim hediye alabileceğim, “iyi ki varsın” diyebileceğim bir annem yok. 12 yıldır, bu böyle. Üstelik annemi bir 10 Mayıs günü kaybettim ben, yani anneler günü arifesinde. Hatta bazı yıllar, anneler gününe rastlıyor annemin yıldönümü. Öyle acıtıcı bir kesişme ki bu. Annesiz biri için anneler günü… Bunu ancak yaşayan anlar… En hoyratça annemize davranırız, çünkü bizden vazgeçmeyeceğini biliriz. Ne yapsak, ne etsek, ne kadar canını sıksak da anneliğimizden istifa etmeyecektir, biliriz. Bu nedenle, özen göstermeyiz ona. Eşimiz, dostumuz, arkadaşımız, herkes bizden vazgeçebilir kolayca, ama anneler için aynı şeyi söyleyemeyiz çoğunlukla. İstisnalar da kaideyi bozmaz. ( Biz anne gibi annelerden bahsediyoruz burada.) Bütün sıkıntılarımızda canını sıkabileceğimiz, her türlü nazımızı sineye çekebilecek süper insandır “o”. Öte yandan da her şeyin suçlusudur, neyimiz kusurlu ve eksikse, “onun” yüzündendir. Her an elimizin altındadır. Babalarla o kadar uğraşmayız; ya sırtımızı yasladığımız dağdır o, ya da güvensizliğimizin sebebidir. Öyle kabul ederiz, çok severiz ya da öfke duyarız. Ama, anne öyle mi? Bitmek, tükenmek bilmeyen isteklerle bunaltılan, her an didiklenecek, kızılacak, üzülecek, küsülecek ilk kişidir anne. Annelerimizin yüreklerimizdeki yerleri hep aynıdır, ama hayatlarımızdaki yerleri zamanla azalır, daralır. Annelerinizin yüreklerinizdeki yerlerine diyeceğim yok, ama ne olur, hayatlarınızdaki yerleri, önemleri konusunda özenli olun. Aksi, pişmanlık getirir. Ve pişmanlık çok ağır, taşıması çok zor bir yüktür. Aile, anne, baba ile ilgili pişmanlıklar da diğerlerine benzemez maalesef. Anneler günü de bayramlar gibi, sembolik olarak çoğunluk tarafından kutlanan bir gündür. Bir görevi yerine getirir gibi, tıpkı bayramlarda yaptığınız gibi, çoluğu çocuğu toplayıp, elinize bir çiçek ve bir hediye alıp aylardır evine gitmediğiniz, görmediğiniz annenizi ziyaret ediyorsanız, boşverin, hiç yapmayın bunu. Çünkü, o anne bilir ne kadar önemsendiğini, hayatınızın ne kadar içinde veya dışında olduğunu. Kendinizi rahatlatmış olursunuz sadece. Ama bu da sadece öylesine bir rahatlamadır. Annenizi kaybettiğinizde, pişmanlık gelir yakanıza yapışır. Ve öyle bela bir şeydir ki bu, Allah kimseye vermesin. Her şeyden annenizi veya babanızı sorumlu tutmayın, onların kusursuz olmalarını beklemeyin-bu mümkün değil-, size vermediklerine veya veremediklerine odaklanmak yerine verdikleriyle mutlu olun. Hep onlardan almayı beklemeyin, siz de onlara verin. Sadece maddi şeylerden bahsetmiyorum burada; anne ve babaların beklediği ilk iki şey sevgi ve ilgidir… Annenizi ne kadar sevdiğinizi sözle, davranışla, hayat biçiminizle ona gösterin, vaktiniz varken… Bir günü değil, her günü anneler günü yapın, onun ve sizin için. Bu satırların yazarı, çocukça hoyrat bencilliğinden, ancak annesini kaybettikten sonra sıyrılabilmiş biri olarak, annenizle ilişkinizi gözden geçirmenizi ve bu ilişkideki bencil taraf olmaktan istifa etmenizi öneriyor size. Ayrıca, bu satırların yazarı, annesini ne kadar sevdiğini, onun hayatındaki yerini, ona yeterince hissettirememiş, gösterememiş olmanın pişmanlığından hiçbir zaman tam olarak kurtulamayacaktır. Ve bu yazı da, içinizi karartmak için yazılmış bir yazı değildir; bir nevi ‘iyi niyetli bir uyarı yazısı’dır. Tüm annelerin, anne olacakların günü kutlu olsun… 15- ‘Babalar Günü’ Kutlu Olsun Bugün Babalar Günü. Hayatımıza yön veren, iyi veya kötü şekilde tüm hayatımızı bir şekilde etkileyen iki varlıktan biridir baba. Çocuğuna kasten zarar veren anne baba yok değildir, ama azdır. Onlara zaten anne baba diyemeyiz; onlar sadece dünyaya bir canlı getirmişlerdir, yüreklerinde anne babalık yoktur. Konumuz onlar değil şu anda. Kusursuz insan olmadığı için, anne ve babamızın kusursuz olmasını beklemek gibi bir hata yaparız hepimiz. Bütün insanlar böyle bir hata işler. O hatadan döndüğümüz an, önemli bir kavşaktır hayatımızda. Kimimiz bu kavşaktan döneriz er ya da geç, kimimiz ise hayatımızı, anne ve babamızı suçlayarak, yargılayarak geçiririz. Oysa şunu bilmeliyiz; kendimizi affetmeyi ve dünyayla tam anlamıyla barışmayı, ancak anne ve babamızı da affederek başarabiliriz. Onlarla olan kavgamız bitmeden, dünyadaki yerimizden emin olamayız asla. Ve babalar, güven deyince, güç ve destek deyince akla ilk gelenler… Hayat maceramızda ilk güven veya güvensizliği, bizi kucaklayan, sütüyle besleyen annemiz yaşatıyorsa bize, insanlarla ilişkimiz, ileride nasıl bir erkek olacağımız veya nasıl bir erkeği seveceğimiz de, babamızın etkisinde kalır. Anneler kadar didiklemesek de onları, babalarla hesabımız hep daha derinden olur, daha keskindir onlarla ilgili duygularımız. Anne, şefkati simgelerken, baba, güvenin sembolüdür ve şefkati bir ölçüde başka şeylerde arayabiliriz, güven eksikliği ise bazen, bir uzvun eksikliği kadar etkiler hayatımızı. Keşke bütün babalar, sırtların yaslanacağı birer dağ gibi olsalar, ihtiyaç duyulduğunda sığınılacak kale olsalar. Ama mümkün değil. Bunu beklemek çocukluk… Ve büyümek de, kendi dağın olabilmek, kendine kale olabilmek değil midir? Anneler gibi, babaları da rahat bırakalım, hatalarıyla, kusurlarıyla, zayıflıklarıyla mümkün olduğu kadar sevelim onları, sayalım… Bütün babaların ‘Babalar Günü’ kutlu olsun… Babalar Günü’n kutlu olsun babacığım. Babişkom, seni seviyorum, çok seviyorum… Daha nice yıllar boyunca, nice özel günü birlikte kutlamak dileğiyle, umuduyla… 16- Çalışan anne-babalar ‘Etüd Beslenmeli Okulları’nı istiyor Çok tartışılan 4+4+4 Eğitim Sistemi’ne geçişin sonuçlarından biri olan Etüd Beslenmeli Okulların kapatılması birçok aileyi endişe içinde bıraktı. Etüd Beslenmeli Okullar sayesinde, çalışan anne babaların bir kısmı rahat bir nefes almıştı; şimdi bu anne babalar kara kara, çocuklarını kime emanet edeceklerini, bu sorunun üstesinden nasıl geleceklerini düşünüyorlar. İstanbul’da sayısı 19 olan Etüd Beslenmeli Okulların kapatılmasının yüzlerce mağdurundan birinin, kendisi de çalışan bir anne olan Şerifnur Açıkgöz Bakırcı’nın sözlerine kulak verelim… “Ben üç çocuk annesiyim. Büyük oğlum Kadıköy Halil Türkkan İlköğretim Okulu 2.sınıfa geçti. İkizlerim var. Onlar da 2008 doğumlu. Büyük oğlum kura ile Halil Türkkan Etüd Beslenmeli İlköğretim Okulu’nun ana sınıfını kazandı. Geçen yıl da aynı okulun birinci sınıfına gitti. Bu sene okullar tatil olmadan bizim yeni yıl için sözleşmelerimiz yapıldı. Okul yönetimi tarafından bizim okulumuzun statüsünün değişmeyeceği ve aynen devam edeceği söylendi. Bu, bizi çalışan anne-babalar olarak çok rahatlattı. Çünkü çocuklarımızı sabah 09.00'da okula bırakıyoruz, akşam saat 18.00'de alıyoruz. Normal ders saatlerini yapıyorlar. Sonra öğretmenlerinin gözetiminde ders tekrarı ve ödevlerini yapıyorlar. Ayrıca satranç, modern dans, ingilizce vb. sosyal etkinlikler de yapıyorlar. Çocuklarımız, biz ve öğretmenlerimiz bu durumdan çok memnun ve mutluyuz. Etüd beslenmeli okullar ile ilgili 2010 yılında yapılan bir çalışmada çok başarılı oldukları ve sayılarının arttırılması önerilmiş. Bizler çocuklarımız için geçen sene, sıralarını yeniledik, akıllı tahta, bilgisayar, yazıcı vb. nelere ihtiyaçları varsa aldık. Tabii ki tüm bunları maddi durumumuz elverdiğince yaptık. Geçen yıl 2500Tl ödedik, etüd ve beslenme ücreti olarak. Bizler ekonomik olarak çocuklarımızı özel okula gönderecek, bakıcı tutacak durumda değiliz. Ayrıca bakıcıya nasıl güveneceğiz, nasıl bırakacağız. Çalışan anne babalar olarak, çocuklarımızı devlet okullarına göndermek ve emanet etmek maddi ve manevi olarak bizi çok rahatlatıyordu. 19 Hazıran’da bu okulların statülerinin değiştiğini duyunca beynimizden vurulmuşa döndük. İnanın günlerdir uyku uyuyamıyorum. Çocuklarımızı kime, nasıl emanet edeceğiz? Sabah giden, öğlenden sonra ne yapacak, öğleden sonra giden, sabah ne yapacak? Bizler çalışan anne babalar olarak Etüd Beslenmeli Okulların devam etmesini, sayısının arttırılmasını, kuraya girmeden tüm çalışan anne babaların faydalanmasını istiyoruz. Saygılarımızla...” 17- Bugün benim doğum günüm Her doğum günümde, birçoğumuzun yaşadığı hesaplaşmayı ben de yaşarım içimde. Klasiktir bu, hiç sekmez. Ne yaptım bu yaşıma kadar, neredeyim, nerede olmam gerekirdi aslında; nerede hata yaptım, neyi kaçırdım, neleri gereksizken yaşadım, ne yapsam daha mutlu olurdum. Keşke’ler,eğer’ler, niye’ler, çünkü’ler, ama’lar...Liste böylece uzar gider. Çıkar topla, böl, çarp, elime bir şey geçiyor mu? Olan olmuştur, yapacak bir şey yoktur. Yaşanan yaşanmış, yaşanamayan yürekte ukde, boğazda düğüm olarak kalmıştır. Belki de o ukde, bilmediğimiz bir şanstır, verilmiş sadakadır, Allah bilir... Kendimle yaptığım yıllık hesaplaşmadan elime bir şey geçmiyor dedim, ne geçmesini bekliyorum ki. Bekleyebileceğim tek şey, filmin başa sarılması olabilirdi. O da imkansız olduğuna göre, yaşadıklarımdan daha kötüsünü yaşamamayı, mümkünse biraz daha iyi şeyler elde etmeyi bekliyorum sanırım. Ama bunu hak etmem gerekiyor önce. Masallara çocukken de inanmadım ben, özel olarak sevdiğim hiçbir masal hatırlamıyorum. İyi kalpli peri gelip de benim için her şeyi düzeltecek diye hayal etmeyi, aklımın ucundan bile geçirmedim hiçbirzaman. İstiyorsan, uğraşmak zorundasın. Ne yaşadıysam, ne yaşıyorsam, hak ettiğimi düşündüm hep. İlahi adalete inanırım ben. Ne ekiyorsan onu biçiyorsun hayat boyu. Burada öyle, orada da öyle olacak… Bu sözlerimden, karamsar olduğum zannedilmesin, gerçekçiyim ben. Hayalperest hiç olmadım, karamsardım belki eskiden, ama şimdi gerçekçi ve umutluyum. Umutlu olmayı, insanın yoğun uğraşlar sonucu keşfettiği bir hazine gibi görüyorum. Aslında, burnumuzun dibinde olan birşey; ileriye bakmaktan, geleceği düşünmekten anı yaşamayı kaçırırken, ıskaladığımız günlük ufak sevinçlerin, huzurlu anların toplamı bana göre umut. Ve hayat öyle adil ki aslında; hırsların, boş yere uğraşmaların, anlamsız çırpınışların bizi yaralayıp berelediği ve sonunda yere yıkılmamıza ramak kaldığı en acınaklı anda, şefkatli bir anne gibi, koşup elimizden tutuyor ve "bak" diyor, "aradığın buradaydı aslında, senin içinde, etrafında, senin hayatındaydı zaten, ama onu görmen, onu tanıyabilmen için, onu gerçekten anlayabilmen ve değerini bilebilmen için, bunları yaşaman gerekiyordu, bu yollardan geçmen ve bu yaraları alman gerekiyordu." Hayatı, o en değerli öğretmeni, her geçen yıl daha iyi anlıyorum ve daha çok seviyorum. Yeni yaşımdan ne beklediğimi de biliyorum; yaradanın her birimize verdiği en değerli hediye olan sevgiyi koruyarak onu herkesle, tüm evrenle cömertçe paylaşmak ve yaradanımızın bize çizdiği yoldan ibaret olan hayatın sözünü dinleyip yol göstericiliğine güvenmek... Yeni yaşım, yeni umutlar, yeni doğan gün ve doğacak günler, hoş geldiniz, sizi seviyorum!!! 18- 23 Nisan, Çocukluğunu Özlüyor İnsan Bugün 23 Nisan. Bu güzel günü Türk milletine yaşatan, çocuklara armağan eden Gazi Mustafa Kemal Atatürk ve diğer tüm Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet kahramanlarının ruhları şad olsun. Bu anlamlı günün tarihi mana ve ehemmiyetini anlatan sözler, zaten edilecek gün boyu; daha doğrusu umarım edilir. (Milletimiz uzun yıllardır yattığı güzellik uykusundan uyanırsa şayet, milli bayramlarımızın kutlanmasının, o günlerin anlamlarının unutulmamasının, bu bilgi ve sevginin gelecek nesillere aktarılmasının ne kadar hayati önem taşıdığını anlayacaktır…) Ben kendi kişisel tarihimden bir 23 Nisan anısı aktarmak istiyorum bugün. 11 yaşımdayken ilk 23 Nisan’ımı yaşamıştım. Daha önce yurtdışında yaşıyorduk. O gün, şalvarım, yazmam ve cepkenimle tam bir köylü kızı olmuştum ve resmi geçitte yürüyordum. Anneciğim kaç gün uğraşmıştı herşeyim tas tamam olsun diye. Sonra gururla izlemişti beni. Fotoğraf da çekilmişti o gün.. Şimdi bakınca o fotoğrafa, az şey hatırlıyorum. O gün çok yorulmuşumdur herhalde, bütün gün ayakta dikilmiş, çok yürümüştük. Büyümek ve yaş almak böyle birşey işte. Çocukluğun çok geride kalıyor, sisler arasından bakıyorsun anı kırıntılarına. Hayalmiş gibi geliyor çocukluğun, sanki büyümenin onca sancısını çeken sen değildin, sanki bir günde geldin bu yaşa… Zamanın ne kadar göreceli bir kavram olduğunu hissetmeye başladığında tamamen büyümüş oluyorsun… Büyümüşsündür ve artık çocukluğun çok eskiden oynadığın bir oyundur. Ve herkes, bu oyunu hayatında ancak bir kez oynar, sonra da, ömrü boyunca özler çocuk olmayı… Ben özledim, hem de çok… Hepimizin 23 Nisan Ulusal Egemenlik ve Çocuk Bayramı kutlu olsun. ( Canımın içi yeğenim Nisa’nın 5.doğum günü de kutlu olsun. Seni seviyorum teyzeciğim! ) İZİNDEYİZ Türkiye’de yaşadığım ilk 10 Kasım’ı da hatırlarım hep. Okul bahçesinde tören için toplanmıştık. Şiirler okunuyor, konuşmalar yapılıyordu. Hepimizin yakalarına, üzerinde Atatürk fotoğrafı olan küçük kağıtlar iğnelenmişti. Kağıttaki Atatürk portresinin altında ise, “İzindeyiz” yazıyordu. Bu tuhaf gelmişti bana. “İzindeyiz yazıyor, ama izinde değiliz ki, bugün de okuldayız” diye geçirmiştim içimden. Almanya’dan Türkiye’ye gelmek izne gelmekti bizim için. İzin veya tatil, aynı şeydi… Birinin izinde olmak, onu takip etmek anlamıyla bilmiyordum bu kelimeyi. Sonradan öğrendim… Atatürk’ün izindeydik, evet. Ama şimdi milletçe izindeyiz. Aklımızı, mantığımızı aldık izne çıktık; uyuyoruz derin derin… Bu iznin ya da bu uykunun sonu, hayır olur inşallah… 19- Bahar Yorgunu Bahar geldi, hoş geldi… Çiçek açan dallar, çok çok ısıtmasa da azıcık yüzünü göstermesiyle mutlu eden güneş. Fırsat buldukça kendini dışarıya atan insanlar… Kulağa ve göze hoş geliyor, ama ben baharın ilk dönemini hiç de iyi geçirmiyorum. Öyle bahar gelince enerjiyle dolup taşan, neşeyle coşanlardan değilim maalesef. “Geldi bahar ayları, gevşedi gönül yayları”, diye esprili bir laf vardır ya, bende gönülde değil de, ruh, beden, zihin, hepsinde toptan bir gevşeme oluyor bahar geldiğinde. Hem de ne gevşeme, yerlerde sürünüyorum adeta… Ve bu sürünme hali, birkaç ay sürüyor, kendime gelmem Mayıs’ı buluyor. Her bahar olduğu gibi, bu bahar da yorgunum, çok yorgunum… Ruhum soğuk ve karanlık kış aylarından çıktığına şaşırmış ve sevinmiş halde; canlanmak, umutla coşmak istiyor, baharın çiçekli dallarıyla birlikte açmak istiyor. Ruh istiyor ama, beden öyle çabuk alışamıyor bu geçişe; yorgun, bitkin. Günlük işler ağır geliyor, gün uzadıkça uzuyor…Üstelik zihin de karmakarışık, toparlayamıyor bir türlü düşünceleri. Sürekli bir şeyleri unutuyor, dalıp dalıp gidiyorum… Bir tuhaf oluyorum bu dönemde; baharın kıpırtıları bir yanda, külçe gibi ağır, yorgun beden öte yanda. ”Hadi kırlara, deniz kenarına koşalım, bahar geldi” diyor içimdeki ses, ama ”öff be, ne baharı yazı, hayat işte, hep aynı” diye susturuyor kendi kendini az sonra. “Hayat bayram olsa” ile, “batsın bu dünya” arasında gidip gelen bir ruh haliyle, manik- depresif şekilde dolanıyorum etrafta. Yorgunum, çok yorgunum… 20- ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız Kutlu Olsun! ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız kutlu olsun. 93 yıl önce bugün, Atatürk ve yanındaki diğer vatanseverler Samsun’a çıkarak Kurtuluş Savaşı’nı başlatmışlardır. Bugün ise, bizlere bu gerçek unutturulmak isteniyor. Atatürkçü düşünce, milli kurtuluş ruhu, cesur ve vatansever gençliğe olan inancımız yok edilmek isteniyor. Dinimiz ile Atatürkçü düşüncenin, milli değerlerin birbirinin karşıtı olduğu yalanı beyinlere kazınıyor. Dinimiz siyasete alet ediliyor. Ya dini ve ahlaki değerler ya laiklik-çağdaşlık-Atatürkçü düşünceyi seçeceksiniz, ikisi bir arada olmaz deniyor. Oysa ki, bu koskoca bir yalan. Hem dininin gereklerini gönlünce yerine getirirsin, hem de laik, çağdaş ve Atatürkçü bir çizgide sürdürürsün yaşamını. Ama bu gerçek, belli bir kesimin işine gelmiyor; “ya dindar ya Atatürkçü ve laik olacaksın” denerek insanlar Atatürkçülükten, laiklikten soğutulmaya çalışılıyor. Bunun için çeşitli adımlar atılıyor. Bunlardan biri de milli bilincimizi yok etme yolunda verilen uğraşlar. Bu yolda yapılacak önemli şeylerden biri de bayramlarımızı yok etmek. Milli bayramlarımızın coşkulu bir şekilde resmi törenlerle kutlanması yerine işin tamamen eğlenceye çevrilmeye çalışılmasının nedeni budur, stadyumlar yerine alışveriş merkezlerinin kutlama adresi olarak gösterilmesinin nedeni budur. Şu anda, çoğunluğun bundan memnun olduğu gibi bir görüntü var. Ama benim, milletimize inancım tam. Türk milleti, gerçek vatan sevgisi ve güçlü sağduyusuyla, bu tehlikeli yanılgıdan dönecektir. ‘19 Mayıs Atatürk’ü Anma Gençlik ve Spor Bayramı’mız kutlu olsun! Nice güzel bayramlara… 21- Deli Deli Ol ve Mutlaka Ciğerli Ol Haftasonu DVD ile film keyfi yaptım biraz. En çok da “Deli Deli Olma” adlı filmi sevdim. 2009 tarihli filmin başrollerinde Tarık Akan ve Şerif Sezer var. Hikaye, Kars’ın bir köyünde geçiyor; soğuk iklimin kendileri fakir ama gönülleri zengin ve sıcak insanlarının, bağırışlı çağırışlı, neşeli, kederli hayat mücadelesi ve umutları anlatılıyor. Yaşlı ve yalnız Rus göçmeni Mişka, müziğe yetenekli sevgi dolu küçük komşu kızı Alma(Elma) ve onun huysuz babaannesi Popuç, hikayenin ana karakterleri. “Deli deli olma” diye sesleniyor köyüler birbirlerini uyarmak istediklerinde. Deli deli olma… Alma, öğretmeninin teşvik ve çabalarıyla girdiği konservatuar sınavı sırasında bir hocanın sorduğu “sizin oraların nesi meşhurdur?” sorusuna hiç düşünmeden, “İnsanı”, diye cevap veriyor. “Nasıl yani?” diyorlar. “Bizim oraların insanı ciğerlidir”, diye cevaplıyor küçük Alma. Çok etkilendim bu sahneden. Ciğerli insan ne demek? Korkusuz, cesur ve iyi demek, değil mi? Korkağa, döneğe, sevgisize ciğersiz demez miyiz biz? Filmdeki insanlar… Deli deli ama ciğerli insanlar. Yoksul, ama diğeri açsa, kendi bulduğunu gidip ona verecek kadar gönlü zengin insanlar. Soğuktan, açlıktan, yokluktan, imkansızlıklardan korkmayan ciğerli insanlar. İyi, sevgi dolu ve umutlu insanlar… Günümüzde ne kadar ihtiyacımız var, böyle insanlara. Biraz deli olan, daima ve sadece kendini düşünmeyen, ciğerli, yürekli, çalışkan ve umutlu insanlara… Deli olmaktan korkuyoruz; aman akıllı olalım, kurnaz olalım, yenilmeyelim, hep yenelim, kazıklanmayalım, kazıklayalım… Fazla iyi niyetliye saf deriz, ama, dürüst, temiz anlamında kullanmayız kelimeyi burada; bize göre, hafif zeka özürlüdür hep iyi niyetli olan, herkese hemen güvenen… Hep bir adım sonrasını düşünmeliyizdir, etrafımıza şüpheyle bakmamız gerekir. Kimseye karşılıksız zırnık vermeyiz, bir selam bile… “Deli miyim ben?” deriz. Deli miyim ki, ona borç vereceğim, şuna yardım edeceğim; işim mi yok?.. Ciğersiz insanlara özeniriz, “başımı belaya niye sokayım boşu boşuna”, deriz. “Onun hakkını savunacak bir ben mi kaldım?” deriz. Deriz de deriz… Hiç bir şey yapmayız kendimiz ve sevdiklerimiz dışındakiler için. Ciğersizlik mi, yok niye olsun ki? Bir biz mi kaldık dünyayı kurtaracak; kahraman olmayıverelim… Aksini yapmak deliliktir… Oysa, ciğersizlerle doluyor dünyamız. Akıllı ve ciğersiz… Hadi, deli deli olalım ve ciğerli… Koskocaman da yüreğimiz olsun. Elimizi taşın altına, taşların altına sokacak kadar deli ve ciğerli olalım ve kendimizden başka bir sürü insanı içine alacak kadar büyük bir yüreğimiz olsun… İnsan olalım yani!.. 22- Tam Ekran Gözler Yine aynı şey; oturmuşum, eli yüzü düzgün bulduğum bir diziyi izliyorum, birden ekranı bir çift göz kaplıyor ya da bir gözden diğer göze geçiliyor. Fonda içli bir müzik, önce esas kızın gözleri, sonra esas oğlanınkiler. Birbirlerine aşkla, hüzünle, özlemle bakıyorlar. Dizi izleyicisi değil de, göz doktoruyuz sanki, muayeneye başladık. Dakikalarca koca ekranı kaplayan gözleri inceliyoruz. Sinir oluyorum buna; mecbur muyum uzun uzun iki oyuncunun gözlerini, kirpiklerini incelemeye? Göz işte, insan gözü; kimi zaman ağlak, kimi zaman baygın baygın bakan gözler… Sahne duygusal ve hüzünlü ise gözle sınırlı kalıyor, ama sözkonusu olan romantik bir an ise, gözlerden sonra bir de dudak faslı başlıyor. Önce baygın baygın bakan gözler görüyoruz, sonra biraz aşağıya, dudaklara iniyor görüntü. Hafif aralanan kadın ve erkek dudakları izliyoruz bir süre de. Duygusallığı, romantizmi, vurgulamak için başka yol yok mu kardeşim? Yeşilçam filmlerinde bol bol izledik bu sahneleri; canımız nostalji çektiğinde izliyoruz hala. Diziler için başka numaralar bulunsun artık bir zahmet… Eskilerden kalma ıslak dudak-baygın göz ikilisine gerek yok artık romantizmi, aşkı, duygusallığı vurgulamak için. Gözlere, dudaklara zumlamadan, doğal, sade oyunculuklarla, anlamlı jest ve mimiklerle çok da güzel, zarif bir şekilde aktarılabiliyor duygusallık. Bunun güzel örneklerini izleyebildiğimiz diziler de var neyse ki. Ama hala eski alışkanlıktan vazgeçmeyenler de mevcut; onlar illa dayayacaklar burnumuza tam ekran gözleri… Bu tür sahneleri gerçekten etkileyici ve güzel bulan var mı acaba? Beğeniyorlarsa da, neyini beğeniyorlar? Benim hiç hoşuma gitmiyor, asla estetik veya hoş bulmuyorum bu tarz görüntüleri; aksine komik ve gereksiz… Dizi senaristleri, yönetmenler, oyuncular ne olur bu sıkıcı, basit klişelerden uzak durun artık!.. 23- Gidişlerin Düşündürdükleri Bir tanıdığının, yaşıtı olan bir tanıdığının ölümü, bir başka etkiliyor insanı. Kendisi gibi yolun yarılarındaysa giden ve aniden olduysa bu gidiş, derin derin düşünüyor insan. Ölüm, er ya da geç gelip kapımızı çalacak olan gerçek… Ölüm, hayattan da gerçek, ondan da kesin. Çünkü hayatı ıskalayabiliriz zaman zaman, köşemize büzülüp saklanabiliriz ondan bir süre, ama ölümü ıskalama ihtimalimiz yok, görüş alanından çekilemeyiz onun, erteleyemeyiz, bizi görmezden gelmesini sağlayamayız. Mutlaka geleceği bilinen ama, vakit ve yer belirtmeyen davetsiz misafir, istediği anda gelir ve bizimle birlikte gider… “Dur, bekle” ya da “henüz hazır değilim, sonra gel”, denmez ölüme. Her an gelebilir, bir an sonra, yıllar sonra, ama günün birinde mutlaka, bir şekilde… Korkulanı unutarak yaşamak daha kolay. Her an hazır asker gibi beklemektense, ölüm gelene kadar, hiç gelmeyecekmiş gibi yaparız, onu yok sayarak yaşarız. Hal böyle olduğundan, “üzdüm seni, affet”, diyemeden, “bir yardımım dokunur mu?” diye soramadan, isteyip isteyip de hiçbir özel anı paylaşamadan, hayatımızdaki birçok insanı uğurlarız bu dünyadan. Ve, ertelediğimiz, yapmaya çekindiğimiz ya da üşendiğimiz bir sürü şeyi, gönlünü alamadığımız, sevdiğimizi söyleyemediğimiz, yarasını saramadığımız bir dolu insanı ardımızda bırakıp gideriz günün birinde… Öyle kolay ki oysa, hayatı kaçırmadan, hayatındaki insanların kaybında daha az pişmanlık duyarak yaşamak. Yoğun işlerimizden başımızı birazcık kaldırsak, günlük hayatın oldu olmadı, geldi gelmedi, yetti yetmedi hesaplarına küçük aralar versek, tanıdığımız, daha iyi tanıyabileceğimiz, sevdiğimiz, bizi seven insanlarla daha fazla paylaşılmış ‘an’ımız olur. Çok zamandır aramadığımız bir dostumuz mu düştü aklımıza, hemen arasak, kalbini kırdıysak bir sevdiğimizin, gidip o kırıkları yapıştırsak. Çay içmek istiyorsak, sıcak bir sohbet katsak yanına; deniz kenarındaki yürüyüşte bir arkadaşımız, Mısır çarşısındaki alışverişte bir akrabamız eşlik etse bize. İnsanla geçse zamanlarımız. İçimizden birileri erken davranıp gittiğinde, yaşanmamış daha az şey olur böylece... 24- Sizin Aşkınız Ne Renk? Hande Altaylı’nın “Kahperengi” adlı romanını bitirdim yeni. Hoşuma gitti; kolay okunan, iyi vakit geçirten bir roman. Yazara göre, aşkın içinde kötülük var, daha başka birçok şey olduğu gibi. Hain oluyor aşıklar ve kahperengi gözlerle bakıyorlar ötekilere, aşkları uğruna … Düşündüm epeyce. Aşkın rengi neydi? Karmakarışık bir resim bence aşk, her rengi de barındırıyor içinde. Herkesin aşk rengi başka, aşkın her evresinin rengi de başka… Herkes kendi rengini, yaşanmışlıklardan süzülen renkleri taşır aşkına. Ve aşkın her döneminde renkler de değişir. Başlangıçta umut veren kıpır kıpır aşkın toz pembe rengi, zaman geçtikçe kızarır, öfkeye bulandıkça koyulaşır. Kan kırmızıya döner ihanet girerse içine. Yemyeşil bir safra gibi atmak istersin artık içinden, hasta ediyorsa seni. Ve sonunda, simsiyah bir karanlığa gömersin onu, gömdüğünü sanırsın dağa doğrusu. Aşkın arkasından tuttuğun yas koyu gridir; bütün yağmur bulutlarını sığdırırsın çünkü yüreğine. Nihayet, için temizlendiğinde tüm bunlardan, aydınlanmış hissedersin kendini, mavi gökyüzündeki beyaz bulut misali… Sizin aşkınız ne renk peki?.. 25- Okuyorum, Çünkü Varım Geçen gün “çocuklara kitap okuma alışkanlığı edindirelim” konulu bir yazı yazdım ailemveben.eu’da. Şimdi de, kitaplarla olan ilişkimden bahsetmek istiyorum biraz. Ben çok okuyan bir çocuktum. Okumayı öğreten Almanca kitaplar ve Türkçe Cin Ali kitapçıklarıyla okuma yazmayı iyice söktükten sonra, öyle ince hikaye kitapları değil, ikiyüz otuz sayfalık bir çocuk romanıyla başlamıştım okuma macerama … Louisa May Alcott’un “Küçük Erkekler” adlı romanıydı gerçek anlamda okuduğum ilk kitap. Ondan sonra okuduğum “Kız Evlat” ise, Kemalettin Tuğcu’nun kısa romanlarından biriydi. “Küçük Erkekler” ne kadar umut verici ve öğretici ise, “Kız Evlat” da o kadar karamsar ve acıklı idi. Şaşırmıştım, “ne kadar farklı şeyler var bu dünyada” demiştim o günkü çocuk aklımla. Hayatın sadece siyah veya sadece beyazdan ibaret olmadığını, birçok renkten oluştuğunu ilk kez hissetmeme neden olmuştu sanırım bu zıtlık. Ondan sonra, var gücümle okumaya devam ettim. Gelsin Türkçe öyküler, gitsin Almanca macera kitapları. Ve benim bir şansımdı, o yıllarda Almanya’da kocaman bir halk kütüphanesinde hem Türkçe hem Almanca her tür kitaba ulaşabilmek. Kendimi kütüphanede nasıl da mutlu hissederdim. Benim çocuk yüreğim ve bütün dünya, her yer apaydınlık olurdu… Hem huzur duyardım, hem de önemli bir şey yapıyor hissederdim kendimi. Evet, çok önemli bir şeydi benim için okumak. Her zaman da öyle oldu… Okuduğumuz her kitap, ruhsal ve zihinsel gelişim maceramızda attığımız yeni bir adımdır; her bir kitap yepyeni dünyalara açılan başka bir kapının anahtarıdır bence. Ben kitaplarla ilişkimi hep böyle yaşadım, umutlu ve heyecanlı. Elime aldığım her yeni kitap bana merak ve sevinç yaşattı. Hala yeni bir kitaba başlarken, okuduğum ilk kitabın heyecanını duyuyorum, Almanya’daki o kütüphanedeymişim gibi hissediyorum kendimi, bir kitapçı dükkanında her dolaştığımda… İyi ki kitaplar var. İyi ki düşünen, hayal kuran ve yazma heyecanı duyan insanlar var. Bize yeni dünyaların kapılarını aralayan herkese sonsuz teşekkürler… *”Küçük Erkekler”, Louisa May Alcott’un ünlü “Küçük Kadınlar” romanının devamı niteliğindeki romanıdır.


Öfke Yüreğin Kiridir

Neden öfkelenmek, hoş görmekten, kin duymak, affetmekten daha kolay gelir bize?
Öyle midir gerçekten?
Öfke yüreğin kiridir oysa, kin duymak da o kirin lekeye dönüşmesidir. Yani bana göre öyledir.

Biz biz olalım, kirleri biriktirmeyelim, akıtalım gitsinler anında; yüreğimizi lekelerden koruyalım böylece.
Yoksa, yaşadığımız her ana bulaşır yüreğimizdeki kir, her güzelliği gölgeler yüreğimizin lekesi.
Bulanık yaşarız tüm sevinçleri, içimizdeki gizli odalardan taşan kara kinle.
İnsan herşeyde kötüyü arar, ruhunun derinliklerindeki öfkeyi, kini söküp atmadıkça. İyiyi gölgeler öfke, umudu gölgeler; beyazları griye, zamanla siyaha çevirir…

“Bir anlık öfkeme kapıldım” deriz. Ne de çabuk kapılıveririz öfkeye. Oysa, olumlu duygulara o kadar kolay kapılıp gitmeyiz, mesela umuda…

Ümidini her zaman koruyan insanlara bıyık altından güleriz, ”hayalci bu, ”deriz.
Umutlu olmayı hayal kurmakla eş tutarız, ‘Polyannacılık’ sayarız.
Öfke ve diğer olumsuz duygular ise, daha gerçek gelir bize. Daha elle tutulurdur bizim için, daha içimizde.

Damarlarımızda dolaşır öfke, şiddete dönüşür, yıkar, döker. Çoğumuz için anlık bir meseledir bu. Çok kolaydır yani öfkelenmek.

Umut ise, emek ister, beklemeyi, sabırlı olmayı gerektirir.
Sabır ve sevgiyi umuda dönüştürsek; bir izin versek damarlarımızda öfke yerine sabır, sevgi ve umudun dolaşmasına. Ah, bir izin verebilsek…
İstediğimiz, beklediğimiz şey geciktikçe, sabrımız zorlanır. Bu zorlanmaya rağmen devam edebilmektir umut; sabır sınavı gibi birşeydir yani. Her defasında hayırlı sonuç alınan bir sınav…

Büyüyememek, olgunlaşamamaktır aslında çabucak öfkeye kapılmak, öfkeye hakim olamamak. İsteği anında yerine gelmeyen küçük bir çocuğun, sabırsız ruh hali gibidir.
Büyürsek, sabredip umutlu olmayı öğrenebilirsek, öfke çok daha seyrek olarak uğrar bize ve çok daha az yıkıcı olur.
Sevgi, sabır ve umudu, iç dünyamızın merkezine koymayı başarabilirsek, öfkeden de, onun daha koyu hali olan kinden de koruyabiliriz kendimizi…


Hiç yorum yok: