9 Ağustos 2012 Perşembe

Öfke Yüreğin Kiridir

Neden öfkelenmek, hoş görmekten, kin duymak, affetmekten daha kolay gelir bize? Öyle midir gerçekten? Öfke yüreğin kiridir oysa, kin duymak da o kirin lekeye dönüşmesidir. Yani bana göre öyledir. Biz biz olalım, kirleri biriktirmeyelim, akıtalım gitsinler anında; yüreğimizi lekelerden koruyalım böylece. Yoksa, yaşadığımız her ana bulaşır yüreğimizdeki kir, her güzelliği gölgeler yüreğimizin lekesi. Bulanık yaşarız tüm sevinçleri, içimizdeki gizli odalardan taşan kara kinle. İnsan herşeyde kötüyü arar, ruhunun derinliklerindeki öfkeyi, kini söküp atmadıkça. İyiyi gölgeler öfke, umudu gölgeler; beyazları griye, zamanla siyaha çevirir… “Bir anlık öfkeme kapıldım” deriz. Ne de çabuk kapılıveririz öfkeye. Oysa olumlu şeylere o kadar kolay kapılıp gitmeyiz, mesela umuda… Ümidini her zaman koruyan insanlara bıyık altından güleriz, ”hayalci bu, ”deriz. Umutlu olmayı hayal kurmakla eş tutarız, ‘Polyannacılık’ sayarız. Öfke ve diğer olumsuz duygular ise, daha gerçek gelir bize. Daha elle tutulurdur bizim için, daha içimizde. Damarlarımızda dolaşır öfke, şiddete dönüşür, yıkar, döker. Çoğumuz için anlık bir meseledir bu. Çok kolaydır yani öfkelenmek. Umut ise, emek ister, beklemeyi, sabırlı olmayı gerektirir. Sabır ve sevgiyi umuda dönüştürsek; bir izin versek damarlarımızda öfke yerine sabır, sevgi ve umudun dolaşmasına. Ah, bir izin verebilsek… İstediğimiz, beklediğimiz şey geciktikçe, sabrımız zorlanır. Bu zorlanmaya rağmen devam edebilmektir umut; sabır sınavı gibi birşeydir yani. Her defasında hayırlı sonuç alınan bir sınav… Büyüyememek, olgunlaşamamaktır aslında çabucak öfkeye kapılmak, öfkeye hakim olamamak. İsteği anında yerine gelmeyen küçük bir çocuğun, sabırsız ruh hali gibidir. Büyürsek, sabredip umutlu olmayı öğrenebilirsek, öfke çok daha seyrek olarak uğrar bize ve çok daha az yıkıcı olur. Sevgi, sabır ve umudu, iç dünyamızın merkezine koymayı başarabilirsek, öfkeden de, onun daha koyu hali olan kinden de koruyabiliriz kendimizi…

Elde Değil, Gönülde

“Söğütler boyun eğende, sene men yarim deyende. Sanaram dünya menimdir, gözüme gözün deyende…” Senin varlığın birine başka şarkılar söyletirken, sen başka biri için şarkılar dinlersin. Hayat bu, hayat böyle. Elde değil ki. Elde değil, gönülde… İyi ki de gönülde. Gönlünü eline alıp çekip çevirebilenlerden olmaktansa, gönlünün sözünü dinleyenlerden olmak lazım bana göre… Gönlünün sözünü dinleyince ne mi oluyor? İnsan ilişkilerini savaş gibi görmeyip, yenme yenilme psikozu yaşamadan, zırhlar, kalkanlar kuşanmadan, dalıyorsan her seferinde olaya, her türlü insan ilişkisinde yara almaya müsait durumda oluyorsun. Çünkü mevziler, sığınaklar, cepheler, cephaneler yok senin için, savaş stratejileri, muharebe planları yok, maskeler yok. En doğal halinle, yüreğin dilinde, yüreğin gözünün bebeğinde, karşısındasın onun, onların, herkesin… Sonuç mu? Sonuç şu; kırıklar çıkıklar, yaralar bereler içinde, ama kendinle barışık yaşıyorsun, seviyorsun, seviliyorsun, sevilmiyorsun… Yaşıyorsun, yaşıyor taklidi yapmadan, gerçekten yaşıyorsun. Koşup oynarken, ara ara düşerek kanattığı dizlerinin acısını hissetmeden oyuna devam eden bir çocuğun coşkusuyla yaşıyorsun hayatı. Ve, ne de güzel yapıyorsun, biliyor musun? “Acının, yaranın berenin neresi güzel?” diyebilirsiniz. Onlar, yaşarken, severken edindiğin tecrübelerdir, dolu dolu yaşadığının, her şeyi derinlemesine hissettiğinin kanıtıdır ve çok değerlidir. Zırhların, duvarların, maskelerin koruyucu özelliği vardır ama; yüreğinle kimsenin yüreğine dokunmadıktan, yüreğini hiçbir yüreğe açmadıktan, acısıyla tatlısıyla duygularını yaşayamadıktan sonra, ne anlamı var ki bu kadar güvenliğin? Sen, hayattan ve insanlardan böylesine uzak durarak kendini yeterince incitiyorsun zaten… Hadi hep birlikte; “Söğütler boyun eğende, sene men yarim deyende. Sanaram dünya menimdir, gözüme gözün deyende… Seni men yaman sevirem, yürekten candan sevirem Mene gel eyle vefa yar, aşıge etme cefa yar…” Not: Arama motorlarında “Söğütler Başın Eğende” veya ”Seni, Men Yaman Sevirem” adıyla bulabilirsiniz bu güzel Azeri şarkıyı….

İlk kahramanlarımız, meleklerimiz: Annelerimiz

Bir okul arkadaşım annesini kaybetti. Başı sağolsun… Kendi kaybımdan dolayı, tahmin edebiliyorum, şimdi onun neler hissettiğini… Anneyi kaybetmek, başka hiçbir kayba benzemiyor. Sana kendi bedeninden hayat veren, artık bu dünyada değil; yok, olmayacak bir daha. Yüreğinin kanadığını hissediyorsun; kocaman bir el gelmiş, yüreğinin yarısını söküp almış. Öylece kalakalmışsın. Gerçek mi bu? Hayatta sana en yakın olabilmiş, seni içinde taşımış olan insan şimdi yok; bir daha onu görmeyeceksin, sesini duymayacaksın, “ilk o bilsin” dediğin hiçbirşeyi ona anlatamayacaksın. İlk arkadaşın, ilk sırdaşın, hayatta nazını en çok çekmiş insan yok artık. Babalar denir ama, çocukların ilk kahramanı annelerdir aslında. Her şeyi bilen, her şeye yetişen, her acıyı dindiren. Annen gitmiştir, hayatının ilk ve gerçek kahramanı yoktur bundan sonra. Kimsenin koca bebeği değilsindir artık. Saf, katıksız şefkat, bir daha girmemek üzere şimdi çıkmıştır hayatından. Çünkü seni kimse, annen kadar yürekten, kandan, candan ve “her şeye rağmen” sevemez. Annenden başka kimsenin yüreği senin acınla paralanmaz. Ve sen bunu ancak, anneni kaybettikten sonra anlarsın… Hayattaki bütün annelere ve hayatlarımızdan çıkıp gerçek birer melek olan annelerimize… İyi ki varsınız, iyi ki hayatımızda oldunuz. İyi ki, bizi dünyaya getirdiniz. Ve iyi ki, bizler sizlerin çocuklarınızız, çocuklarınız olduk. Ömrünüz uzun ve mutlu olsun. Nurlar içinde, huzurlar içinde yatın… Sizi çok seviyoruz…